“FUSULÜ ERBAA”DA TABİAT VE İNSAN VASFI
MARUFCAN YOLDAŞEV
Özet
Ali Şir Nevai’nin Farsça olarak düzenlediği “Divan-ı Fani”den yer alan “Fusulü Erbaa” adlı eseri dört mevsimin özelliklerinden bahseden bir kasidedir. Bu kaside fesahat ve edebi belagat açısından gayet yüksek tasavvufi nitelikler taşıyan bir eserdir. Zira tasavvufta dört önemli sayılardandır. “Fusulü Erbaa”daki dört mevsim insan ömrünün dört dönemi ile ilgili olguları da özetlemektedir. Örneğin, kasidenin bahar mevsimi tasvir edilen bölümünde ömrün gençlik dönemi bahar mevsimiyle, yaşlılık dönemi ise sonbaharla ilişkilendirilmektedir: “Bahâr-ı umrrâ diden ki çün raftu hazân âmad, Hazân hem bigzered tâ bingeri in kâhi vayrânrâ.” Yani: Ömrün baharını görüyorsun, geçti gitti, sonbahar da geldi. Bu virane sarayı göreyim derken sonbahar da geçecektir. Şair ömrün belli dönemlerini betimlerken klasik şiire özgü mevsim tasvirleriyle muntazam paralellik kurmaktadır. Kasidede mevsimler vasfıyla birlikte Sultan Hüseyin Baykara da uzun uzun anlatılmaktadır. Tasavvuf dilini kullanan şairin Sultan Hüseyin Baykara ile ilgili övgü dolu ifadelerinden ideal hükümdar ve adaletli padişah tasvir edildiğini anlamak mümkün. Çünkü şairin söz konusu övgü ifadelerinin gerçek sahibinin insan‐ı kâmil olan adil padişah olduğu “Dar vâdii adli tu z-ifrâti siyâsat, Kalbest nigahdâri rama gurgi şubânrâ” (Adaletinin vadisinde siyasetinin zurından kurt çobanın koyun sürüsünü köpek gibi korur) gibi beyitlerinden anlaşılmaktadır. Eserde, şair insanı tüm evrenin merkezi, çekirdeği, âlemin özü “zübde-i âlem” olarak ele almıştır. Şairin bu yaklaşımı, İslâm tasavvufunun temelini oluşturan kâinat ve insan ilişkisine dayalı felsefesinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden bildiride “Fusulü Erbaa”da kullanılan kavramlar tasavvuf terimleri ışığında açıklanacaktır.
“Fusulü
Erbaa” Ali Şir Nevai’nin Fanî mahlasıyla tertip ettiği “Divan-ı Fanî”den yer
alan kasideler toplamıdır. Eserde dört mevsim özelliklerinden bahsedildiği için
mevsimlerin adıyla başlayan dört ayrı kasideden oluşmaktadır. Eserin tamamı 231 beyit olup, yaz
mevsimi 71 beyitte, sonbahar 33 beyitte, bahar 57 beyitte, kış mevsimi 70
beyitte anlatılmaktadır. Özbekistan Fenler Akademisi, Fen Neşriyatında
yayımlanan 20 ciltli Ali Şir Nevai eserlerinin 20. Cildinden yer alan bu eseri Dr.
A. Habibullayev Farsçadan Özbekçeye aktararak yayına hazırlamıştır. Aktarma ve
yayına hazırlama sürecinde “Divan-ı Fanî”nin Fransa Milli Kütüphanesinde
bulunan el yazma nüshası, Düşanbe İrfan neşriyatında 1993 tarihinde yayımlanmış
nüshası ve İran’da bulunan “Divan-ı Fanî” nüshası karşılaştırıldığı
belirtilmiştir.
Herhangi
bir edebi eser yazarın estetik ideali mahsulüdür. Yazarın estetik idealini ise yaşadığı
dönemle ilgili görüşler, anlayış ve beğeniler belirler. Bu yüzden edebi
eserlerde yazarın yaşadığı dönemin genel görüş tarzı ve sanat zevkini görmek
mümkündür. Klasik şiirin estetik ideali de bundan müstesna değildir. Klasik
şiirin yazarı da kendi döneminin kabullenmiş bir takım nesnel veya öznel
beğenilerine tabidir. Demek ki yazar hangi dönemde yaşıyorsa eserlerinde o
dönemin izlerini bırakır. Dolayısıyla bir edebi eseri incelerken, o eserin
yazıldığı dönemin sanat zevkini, yazarı etkileyen genel zihniyeti de göz önünde
bulundurmak gerekir.
Ali
Şir Nevai’nin Farsça olarak düzenlediği “Divan-ı Fani”den yer alan “Fusulü
Erbaa” adlı eseri dört mevsimin özelliklerinden bahseden bir kasidedir. Bu
kaside fesahat ve edebi belagat açısından gayet yüksek tasavvufi nitelikler
taşıyan bir eserdir. Şair her bir mevsimin kendine özgü manzarasını usta bir
ressam edasıyla çizer. Doğa olaylarının en ince ayrıntılarını, çağrışımlarını
uygun söz ve vezinle vermeye çalışır. Mevsimler vasfını okurken etkilenmemek
mümkün değil. Yazın sıcağını, kışın soğuğunu, baharın oluşturduğu neşe ve
sonbaharın getirdiği hüznü hissedeceksiniz teninizde. Eser Yaz (Seretan)
tasviriyle başlar:
Bâz
âteşi hor sâht semender saratanrâ
Afroht
çu âteşkade gülzâri cehânrâ
Anlamı:
Güneş ateşi seretanı gene semendere
dönüştürdü, cihanın gül bahçesini ateşgede gibi alevlendirdi.
Sıcaktan
semendere dönüşen “Yengeç” (burç) ateşgedeye dönüşen gül bahçesi(yeryüzü)nde
gezinmekte. Karşısına çıkan ne varsa yakıp kavurmakta. Ateş akşamı ve sabahı da
yakmaktadır diye yakınan şair sonraki beyitlerde Güneşin bununla da
yetinmediğini şu şekilde yazar:
Hurşed
pai şöbedebâi çü müşa’bid,
Az şoravu az talqi
ter ârâst dökânrâ.
Anlamı:
Güneş soytarı misali maskaralık etmeye
başladı, tuzlu yer ve kabarmış toprak ile dükkânı (yeryüzünü) süsledi.
Beyitler
ilerledikçe hararetin de yükseldiğini, yükseldikçe tasvir kapsam alanının da
genişlediğini görürüz: Yıldızlar her
tarafta lehim damlaları gibi görünür – gökyüzü kümbetinde güneşin erittiği
nesneler ateşlenmiş gibi. Dilsiz ateş de sıcaklığının zorundan ocak ağzından
dilini dışarı çıkarmaktadır. Sanki cehennem ocağı yerinden devrildi ve yer
yuvarının etrafına dolandı. Kıyamet
günü geldi. Havanın öldürücü soluğundan Kara taşın (Hacerü’l-Esved) takati
tükendi.
Elbette
bunlar ekphrastic (resim betimsel) şiir değil. Şairin hissettiği, tahayyülünde
geliştirdiği, kendi “penceresinden” bakıp algıladığı tasvirin betimidir. Okur
da yaz mevsimini artık şairin gözüyle görmeye başlar. Onun gördüğü manzara
gerçekliğe uygun ama asli olandan daha gizemli ve şaşırtıcı. Zira minyatür
sanatında olduğu gibi şiirde de tasvir edilen manzaranın gerçekle bire-bir
örtüşmesi talep edilmez. Şair yaz mevsiminin yakıcı ve bunaltıcı sıcaklarını sadece
tasvir etmekle kalmaz. Cehennemi sıcaklardan korunmanın yollarını da açıklar.
Bu sıcaklardan korunmanın çaresi ise insan-ı kâmil, hurşîd-i âlem, Cemşîd-i
devran olarak tavsif edilen Hüseyin Baykara’nın sancağını gölgesi altına
gizlenmektir:
Z-in
germi-i hurşed birest, ân ki penah sâht,
Zilli şerefi râyeti
Cemşid-i zemânrâ.
Klasik
şiirde sıkça işlenen adaletli şah timsali “Fusulü Erbaa”daki “Seretan”
kasidesinin 27. beytinden itibaren Hüseyin Baykara ile özdeşleşerek karşımıza
çıkmaktadır. Bilindiği gibi, Ebu’l-Gazi lakabıyla anılan Hüseyin bin Gıyaseddin
Mansur bin Baykara, (Haziran 1438, Herat - 4 Mayıs 1506), Timur İmparatorluğu
hükümdarı ve şairidir. Taht kavgaları ve savaşlarla geçen uzun saltanat
döneminde bilim, sanat ve edebiyata büyük önem vermiş bir padişahtır. Ali Şir
Nevai Hüseyin Baykara’dan bahsederken “Adalet
vadisinde siyasetinin gücünden kurt çobanın koyun sürüsünü köpek gibi korur.
Senin elin güneş gibi ihsan altınlarını saçtığı gün tüm dünyanın köşe
bucaklarına kadar altınla doldurur. Parlak yüzüne güneş bakar olursa utançtan
bozarır, onun yüzündeki parlaklıktan eser kalmaz. Adaletinden bu dünya cennet
bahçesine dönüştü” diye mübalağalı övgüler yağdırır.
Klasik
kasidecilikte bir gelenek haline gelen bu tür tasvir ve tavsifi tasavvuf
anlayışına göre değerlendirirsek yazarın estetik idealine doğru az da olsa
yaklaşmış oluruz. İbnü’l‐Arabî tasavvufî şiiri tarif ederken
şöyle der: “Bizim şiirlerimizin hepsi ister bir sevgiliyle (mahbûbe) hasbihâl
ile başlasın (teşbîb), ister bir medhiye olsun ve isterse de kadın isim ve
sıfatlarıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu
sûretler altındaki ilâhî bilgilerden (maârif‐i ilâhiye)
ibarettirler. Yani biz bir şeyi remzederiz, lugazlaştırırız ama bizim bundan
kasdımız bir başka şeydir.” (İslamoğlu, S.150) Eserdeki adaletli padişah ve
insan-ı kâmil vasfı bu konsepte göre tasavvufî manalar taşıyan remizler olarak
idrak edilme imkânını verir. Allame İkbal’in dediği gibi: “Ben insana
sığabilene evren, evrene sığamayana insan derim.” Şair “insan-ı kâmil”i vasf
etmekle gerçekliğin bizim algı dünyamızdan çok farklı olduğunu anlatmaya,
evrendeki her şeyin birbiriyle bağlı ve birbirine özdeş, doğa ve insanın bir
bütün olduğunu anlatmaya çalışır. Kısacası Hüseyin Baykara ile ilgili betimler
tasavvufî anlayıştaki “âlem-i insan-ı
kâmil” yani “Bütün âlemlerin sırrını kendinde toplamış olan âlem. İnsan
görünüşte âlem-i suğra, hakikatte ise âlem-i kübradır.”
Doğu
klasik musikisi, mimarisi, minyatürü ve bedi edebiyatının genel çizgilerine
baktığımızda -soyut somut- hepsinin iç-içe, adeta bir bireşim halde geliştiğini
ve varlığını aynı uyum çerçevesinde sürdürdüğünü görebiliriz. Günümüzde mezkûr
dalların farklı çizgilerde ilerlediği sonucunda ortaya çıkan perakendelikler
gözümüz önündedir. Klasik musikiyi aruz vezni olmadan anlayamadığımız gibi minyatür
sanatını edebi eserler olmadan anlamamız imkânsızdır. Şiirin minyatür sanatıyla
bireşim oluşturmasıyla ifade imkânlarının genişlediği ve etki gücünün arttığı
bir gerçektir. Şair “Seretan” vasfında sıcaklığı temsil eden sarı ve ateş
kırmızısı renklerini çağrıştıran kavramları kullanır. Bu renkler aynı anda simgecilikte
güç, canlılık, hareket, devamlılık, ışık ve iradeyi temsil eder. Hüseyin
Baykara timsali aynı renklerin bol işlendiği fasılda karşımıza çıkması da
şaşırtıcı değildir.
Kasidenin
ikinci faslı Hazan (Sonbahar) mevsimine ayrılmıştır.
“Cünun sevdasından mıdır, bak, ağaçlar perişan
oldu, elbisesini çıkartarak serin rüzgârın tartaklamasından figan etmektedir.
Ağaçlara bak, aşırı hastalıktan, hangi tarafa baksan bile ağaçların za’feran
renklere büründüğünü görürsün. Arktaki suya bak hele, gül yuttuğundan daha da
sararmış ya da felek suya hazan olmuş yaprakların aksini mi yansıtıyor?”
diye hâl-i âlem ile şairin ahval-i rûhiyesini ilişkilendirerek hazan mevsimini anlatır.
Şair bu fasılda Hüseyin Baykara’dan hiç bahsetmez. Sonbahar, şairin nezdinde
ömrün sona yaklaştığı bir dönem, gücün gittiği, devlettin, güzelliğin,
canlılığın yittiği bir dönem. Şair “insan-ı kâmil” olarak vasfedilen Baykara’yı
bu nitelikleri taşıyan mevsim karelerinde görmek istemez. Baykara ile ilgili
açıklamalar bundan sonraki üçüncü fasılda tasvir edilir:
“Eğer hazansız baharı görmek istersen, Ona
bakmalısın, o İran ve Turan’ın padişahı, halkının baharistanıdır. Hûsrev deme,
onun yedi atası sultanoğlu sultandır, sultan da ne ki, onun yetmiş sülalesi han
oğlu handır. Ebu’l-Gazi – saltanatın kümbetidir. Sultan Hüseyin’in sahavet
nehrinin karşısında deniz ve ummanlar damla kadar küçük kalır. Konuştuğunda
Maryam İsa’sının dili tutulur, Re’yinden İmran Musa’sının elleri silik kalır.”
Bahar
mevsimi baştan sona o hükümdar tasviriyle ilişkilendirilerek ifade edilir. Doğa
ve insan ilişkisi üzerine kurulan kasidelerinde şair, insanı tüm evrenin
merkezi olarak ele alan felsefi anlayışa göre betimler. Bu yaklaşım, tasavvufun
temelini oluşturan “kâinat ve insan ilişkisi” muammasından kaynaklandığı
aşikârdır.
Nevai,
felekte görünen gök kuşağı çadırı
anımsatır, gökyüzü ise bulutlardan kendine yorgan yapmaya başladı diye kış
mevsimi tasvirine başlar. “Day” (Kış) diye adlandırılan son fasılda kışın
dondurucu soğuklarını anlatırken iğne deliği kadar küçük yerden giren soğuk
rüzgâr insanoğlunun ölümüne neden olacak kadar şiddetli olduğunu vurgular. Şair
kışın soğuğundan korunmak için nar gibi kapısı ve penceresi olmayan bir sığınak
araması gerektiğini söyler. Narın taneleri ateş koru, suyu teni ısıtan şarap
gibi olsun ister. Sonra Hüseyin Baykara’nın düzenlediği meclisleri yâd eder.
Şair, “şah-ı devran” vasfı ile kışın dondurucu soğuklarını unutur. Zira kış
bilgelik faslı, ihtiyarlık dönemi olarak da algılanır. Bir açıdan “ömrün sonu”
kavramını da çağrıştırır. Şair: “Yüzünü
görmem, kokunu duymam ümidinde Fanî dergâhına yüzünü koyar, bu ibadet ehlinin
mihrap önüne baş koyması gibidir. Eğer şahlık dergâhına ulaşmaya müyesser olsam
o mübarek dergâhın her yönden yararlı olan toprağını gözüme sürme olarak
kullanırdım” diye ömrün geçici olduğuna ve “şah-ı devran”ın kapısına
ulaşmak bile bir ümit olduğuna işaret etmektedir.
Belirttiğimiz
gibi şair bu kasidelerinde minyatür ve musiki sanatına özgü yaklaşım ve
yöntemlerden ustaca yararlanmıştır. Şair yaz mevsimini sarı, ateş kırmızısı
renkleriyle, sonbaharı sarı, gri ve kahverengi ile baharı yeşil ve elvan
renklerle, kışı beyaz ve gri renklerle çizilen bir tablo gibi sunar. Ancak şair
kasidelerin içeriğini görsellik dışında derin musikiyle de zenginleştiriyor.
Musiki her mevsim için seçilen vezinden kaynaklanmıştır. Yaz tasvirinde daha
hafif ve şuh, sonbahar’da hüzünlü, bahar mevsiminde canlı, hareketli, kış
tasvirinde ağır ve düşündürücü ahenk oluşumunu sağlayan vezinlerin seçimiyle
şiirin musiki yönünü kuvvetlendirmiştir.
Sonuç
“Fusulü
Erbaa”, dünyanın tesadüf eseri olmadığını, sıradan bir düzenle oluşmadığını,
aksine mükemmel bir bütün organizma olduğunu vurgulayan, şairin insan ve
evrenle ilgili tasavvufi görüşlerini ortaya koyan bir eserdir. Şair Hüseyin
Baykara timsalinde “insan-ı kâmil”i betimler. Eserde, şair insanı tüm evrenin
merkezi, çekirdeği, âlemin özü “zübde-i âlem” olarak ele almıştır. Şairin bu
yaklaşımı, İslâm tasavvufunun temelini oluşturan kâinat ve insan ilişkisine
dayalı felsefesinden kaynaklanmaktadır.
KAYNAKÇA:
Akengin,
Gültekin. Sanat Dalları Arasında
Etkileşim Ve Dil. Karadeniz Araştırmaları, 2012, Sayı: 33.139‐146.
Ali
Şir Nevai. Divan-ı Fanî. Mükemmel
Eserler Toplamı, 20 Ciltlik, 20. Cilt. Taşkent: Fen Neşriyatı, 2003. S.
288-320.
Erkinov,
Aftandıl. Nevai Peyzaj Ustası. Taşkent:
Fen Neşriyatı, 1988.
Ganiyeva,
Suyime. Ali Şir Nevai. Taşkent: Fen
Neşriyatı, 1968.
Hasanov,
Saidbek. Nevaining Yetti Tühfesi.
Taşkent: Gafur Gulam Neşriyatı, 1991.
İslamoğlu,
Abdulmecit. Sultan Memdûh’un
Mahzenü’lesrâr’ından Hareketle Şiirleri Ve Şairliği Üzerine Değerlendirmeler.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, Sayı:32.
Kuranov,
S. Yusupova, D. Nevaining Farsi
Kasidelerde Bedii Sintez Muamması. www.quronov.uz. Erişim: 23.05.2014. Saat: 18.00
Uzundemir,
Özlem. Resim ve Edebiyat İlişkisinde
Kadın İmgesi: Percy Bysshe Shelley’nin Şiirinde Medusa, Nazım Hikmet’te Jokond.
Bilig Dergisi, 2009, Sayı 51: 231-244.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder