29.10.2023

 


“FUSULÜ ERBAA”DA TABİAT VE İNSAN VASFI

MARUFCAN YOLDAŞEV

Özet

Ali Şir Nevai’nin Farsça olarak düzenlediği “Divan-ı Fani”den yer alan “Fusulü Erbaa” adlı eseri dört mevsimin özelliklerinden bahseden bir kasidedir. Bu kaside fesahat ve edebi belagat açısından gayet yüksek tasavvufi nitelikler taşıyan bir eserdir. Zira tasavvufta dört önemli sayılardandır. “Fusulü Erbaa”daki dört mevsim insan ömrünün dört dönemi ile ilgili olguları da özetlemektedir. Örneğin, kasidenin bahar mevsimi tasvir edilen bölümünde ömrün gençlik dönemi bahar mevsimiyle, yaşlılık dönemi ise sonbaharla ilişkilendirilmektedir: “Bahâr-ı umrrâ diden ki çün raftu hazân âmad, Hazân hem bigzered tâ bingeri in kâhi vayrânrâ.” Yani: Ömrün baharını görüyorsun, geçti gitti, sonbahar da geldi. Bu virane sarayı göreyim derken sonbahar da geçecektir. Şair ömrün belli dönemlerini betimlerken klasik şiire özgü mevsim tasvirleriyle muntazam paralellik kurmaktadır. Kasidede mevsimler vasfıyla birlikte Sultan Hüseyin Baykara da uzun uzun anlatılmaktadır. Tasavvuf dilini kullanan şairin Sultan Hüseyin Baykara ile ilgili övgü dolu ifadelerinden ideal hükümdar ve adaletli padişah tasvir edildiğini anlamak mümkün. Çünkü şairin söz konusu övgü ifadelerinin gerçek sahibinin insan‐ı kâmil olan adil padişah olduğu “Dar vâdii adli tu z-ifrâti siyâsat, Kalbest nigahdâri rama gurgi şubânrâ” (Adaletinin vadisinde siyasetinin zurından kurt çobanın koyun sürüsünü köpek gibi korur) gibi beyitlerinden anlaşılmaktadır. Eserde, şair insanı tüm evrenin merkezi, çekirdeği, âlemin özü “zübde-i âlem” olarak ele almıştır. Şairin bu yaklaşımı, İslâm tasavvufunun temelini oluşturan kâinat ve insan ilişkisine dayalı felsefesinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden bildiride “Fusulü Erbaa”da kullanılan kavramlar tasavvuf terimleri ışığında açıklanacaktır.

 Giriş

“Fusulü Erbaa” Ali Şir Nevai’nin Fanî mahlasıyla tertip ettiği “Divan-ı Fanî”den yer alan kasideler toplamıdır. Eserde dört mevsim özelliklerinden bahsedildiği için mevsimlerin adıyla başlayan dört ayrı kasideden oluşmaktadır. Eserin tamamı 231 beyit olup, yaz mevsimi 71 beyitte, sonbahar 33 beyitte, bahar 57 beyitte, kış mevsimi 70 beyitte anlatılmaktadır. Özbekistan Fenler Akademisi, Fen Neşriyatında yayımlanan 20 ciltli Ali Şir Nevai eserlerinin 20. Cildinden yer alan bu eseri Dr. A. Habibullayev Farsçadan Özbekçeye aktararak yayına hazırlamıştır. Aktarma ve yayına hazırlama sürecinde “Divan-ı Fanî”nin Fransa Milli Kütüphanesinde bulunan el yazma nüshası, Düşanbe İrfan neşriyatında 1993 tarihinde yayımlanmış nüshası ve İran’da bulunan “Divan-ı Fanî” nüshası karşılaştırıldığı belirtilmiştir.

Herhangi bir edebi eser yazarın estetik ideali mahsulüdür. Yazarın estetik idealini ise yaşadığı dönemle ilgili görüşler, anlayış ve beğeniler belirler. Bu yüzden edebi eserlerde yazarın yaşadığı dönemin genel görüş tarzı ve sanat zevkini görmek mümkündür. Klasik şiirin estetik ideali de bundan müstesna değildir. Klasik şiirin yazarı da kendi döneminin kabullenmiş bir takım nesnel veya öznel beğenilerine tabidir. Demek ki yazar hangi dönemde yaşıyorsa eserlerinde o dönemin izlerini bırakır. Dolayısıyla bir edebi eseri incelerken, o eserin yazıldığı dönemin sanat zevkini, yazarı etkileyen genel zihniyeti de göz önünde bulundurmak gerekir.

Ali Şir Nevai’nin Farsça olarak düzenlediği “Divan-ı Fani”den yer alan “Fusulü Erbaa” adlı eseri dört mevsimin özelliklerinden bahseden bir kasidedir. Bu kaside fesahat ve edebi belagat açısından gayet yüksek tasavvufi nitelikler taşıyan bir eserdir. Şair her bir mevsimin kendine özgü manzarasını usta bir ressam edasıyla çizer. Doğa olaylarının en ince ayrıntılarını, çağrışımlarını uygun söz ve vezinle vermeye çalışır. Mevsimler vasfını okurken etkilenmemek mümkün değil. Yazın sıcağını, kışın soğuğunu, baharın oluşturduğu neşe ve sonbaharın getirdiği hüznü hissedeceksiniz teninizde. Eser Yaz (Seretan) tasviriyle başlar:

Bâz âteşi hor sâht semender saratanrâ

Afroht çu âteşkade gülzâri cehânrâ

Anlamı: Güneş ateşi seretanı gene semendere dönüştürdü, cihanın gül bahçesini ateşgede gibi alevlendirdi.

Sıcaktan semendere dönüşen “Yengeç” (burç) ateşgedeye dönüşen gül bahçesi(yeryüzü)nde gezinmekte. Karşısına çıkan ne varsa yakıp kavurmakta. Ateş akşamı ve sabahı da yakmaktadır diye yakınan şair sonraki beyitlerde Güneşin bununla da yetinmediğini şu şekilde yazar:  

Hurşed pai şöbedebâi çü müşa’bid,

Az şoravu az talqi ter ârâst dökânrâ.

Anlamı: Güneş soytarı misali maskaralık etmeye başladı, tuzlu yer ve kabarmış toprak ile dükkânı (yeryüzünü) süsledi.

Beyitler ilerledikçe hararetin de yükseldiğini, yükseldikçe tasvir kapsam alanının da genişlediğini görürüz: Yıldızlar her tarafta lehim damlaları gibi görünür – gökyüzü kümbetinde güneşin erittiği nesneler ateşlenmiş gibi. Dilsiz ateş de sıcaklığının zorundan ocak ağzından dilini dışarı çıkarmaktadır. Sanki cehennem ocağı yerinden devrildi ve yer yuvarının etrafına dolandı. Kıyamet günü geldi. Havanın öldürücü soluğundan Kara taşın (Hacerü’l-Esved) takati tükendi.

Elbette bunlar ekphrastic (resim betimsel) şiir değil. Şairin hissettiği, tahayyülünde geliştirdiği, kendi “penceresinden” bakıp algıladığı tasvirin betimidir. Okur da yaz mevsimini artık şairin gözüyle görmeye başlar. Onun gördüğü manzara gerçekliğe uygun ama asli olandan daha gizemli ve şaşırtıcı. Zira minyatür sanatında olduğu gibi şiirde de tasvir edilen manzaranın gerçekle bire-bir örtüşmesi talep edilmez. Şair yaz mevsiminin yakıcı ve bunaltıcı sıcaklarını sadece tasvir etmekle kalmaz. Cehennemi sıcaklardan korunmanın yollarını da açıklar. Bu sıcaklardan korunmanın çaresi ise insan-ı kâmil, hurşîd-i âlem, Cemşîd-i devran olarak tavsif edilen Hüseyin Baykara’nın sancağını gölgesi altına gizlenmektir:

Z-in germi-i hurşed birest, ân ki penah sâht,

Zilli şerefi râyeti Cemşid-i zemânrâ.

Klasik şiirde sıkça işlenen adaletli şah timsali “Fusulü Erbaa”daki “Seretan” kasidesinin 27. beytinden itibaren Hüseyin Baykara ile özdeşleşerek karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi, Ebu’l-Gazi lakabıyla anılan Hüseyin bin Gıyaseddin Mansur bin Baykara, (Haziran 1438, Herat - 4 Mayıs 1506), Timur İmparatorluğu hükümdarı ve şairidir. Taht kavgaları ve savaşlarla geçen uzun saltanat döneminde bilim, sanat ve edebiyata büyük önem vermiş bir padişahtır. Ali Şir Nevai Hüseyin Baykara’dan bahsederken “Adalet vadisinde siyasetinin gücünden kurt çobanın koyun sürüsünü köpek gibi korur. Senin elin güneş gibi ihsan altınlarını saçtığı gün tüm dünyanın köşe bucaklarına kadar altınla doldurur. Parlak yüzüne güneş bakar olursa utançtan bozarır, onun yüzündeki parlaklıktan eser kalmaz. Adaletinden bu dünya cennet bahçesine dönüştü” diye mübalağalı övgüler yağdırır.

Klasik kasidecilikte bir gelenek haline gelen bu tür tasvir ve tavsifi tasavvuf anlayışına göre değerlendirirsek yazarın estetik idealine doğru az da olsa yaklaşmış oluruz. İbnü’lArabî tasavvufî şiiri tarif ederken şöyle der: “Bizim şiirlerimizin hepsi ister bir sevgiliyle (mahbûbe) hasbihâl ile başlasın (teşbîb), ister bir medhiye olsun ve isterse de kadın isim ve sıfatlarıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu sûretler altındaki ilâhî bilgilerden (maârifi ilâhiye) ibarettirler. Yani biz bir şeyi remzederiz, lugazlaştırırız ama bizim bundan kasdımız bir başka şeydir.” (İslamoğlu, S.150) Eserdeki adaletli padişah ve insan-ı kâmil vasfı bu konsepte göre tasavvufî manalar taşıyan remizler olarak idrak edilme imkânını verir. Allame İkbal’in dediği gibi: “Ben insana sığabilene evren, evrene sığamayana insan derim.” Şair “insan-ı kâmil”i vasf etmekle gerçekliğin bizim algı dünyamızdan çok farklı olduğunu anlatmaya, evrendeki her şeyin birbiriyle bağlı ve birbirine özdeş, doğa ve insanın bir bütün olduğunu anlatmaya çalışır. Kısacası Hüseyin Baykara ile ilgili betimler tasavvufî anlayıştaki “âlem-i insan-ı kâmil” yani “Bütün âlemlerin sırrını kendinde toplamış olan âlem. İnsan görünüşte âlem-i suğra, hakikatte ise âlem-i kübradır.”

Doğu klasik musikisi, mimarisi, minyatürü ve bedi edebiyatının genel çizgilerine baktığımızda -soyut somut- hepsinin iç-içe, adeta bir bireşim halde geliştiğini ve varlığını aynı uyum çerçevesinde sürdürdüğünü görebiliriz. Günümüzde mezkûr dalların farklı çizgilerde ilerlediği sonucunda ortaya çıkan perakendelikler gözümüz önündedir. Klasik musikiyi aruz vezni olmadan anlayamadığımız gibi minyatür sanatını edebi eserler olmadan anlamamız imkânsızdır. Şiirin minyatür sanatıyla bireşim oluşturmasıyla ifade imkânlarının genişlediği ve etki gücünün arttığı bir gerçektir. Şair “Seretan” vasfında sıcaklığı temsil eden sarı ve ateş kırmızısı renklerini çağrıştıran kavramları kullanır. Bu renkler aynı anda simgecilikte güç, canlılık, hareket, devamlılık, ışık ve iradeyi temsil eder. Hüseyin Baykara timsali aynı renklerin bol işlendiği fasılda karşımıza çıkması da şaşırtıcı değildir.

Kasidenin ikinci faslı Hazan (Sonbahar) mevsimine ayrılmıştır.

Cünun sevdasından mıdır, bak, ağaçlar perişan oldu, elbisesini çıkartarak serin rüzgârın tartaklamasından figan etmektedir. Ağaçlara bak, aşırı hastalıktan, hangi tarafa baksan bile ağaçların za’feran renklere büründüğünü görürsün. Arktaki suya bak hele, gül yuttuğundan daha da sararmış ya da felek suya hazan olmuş yaprakların aksini mi yansıtıyor?” diye hâl-i âlem ile şairin ahval-i rûhiyesini ilişkilendirerek hazan mevsimini anlatır. Şair bu fasılda Hüseyin Baykara’dan hiç bahsetmez. Sonbahar, şairin nezdinde ömrün sona yaklaştığı bir dönem, gücün gittiği, devlettin, güzelliğin, canlılığın yittiği bir dönem. Şair “insan-ı kâmil” olarak vasfedilen Baykara’yı bu nitelikleri taşıyan mevsim karelerinde görmek istemez. Baykara ile ilgili açıklamalar bundan sonraki üçüncü fasılda tasvir edilir:

Eğer hazansız baharı görmek istersen, Ona bakmalısın, o İran ve Turan’ın padişahı, halkının baharistanıdır. Hûsrev deme, onun yedi atası sultanoğlu sultandır, sultan da ne ki, onun yetmiş sülalesi han oğlu handır. Ebu’l-Gazi – saltanatın kümbetidir. Sultan Hüseyin’in sahavet nehrinin karşısında deniz ve ummanlar damla kadar küçük kalır. Konuştuğunda Maryam İsa’sının dili tutulur, Re’yinden İmran Musa’sının elleri silik kalır.”

Bahar mevsimi baştan sona o hükümdar tasviriyle ilişkilendirilerek ifade edilir. Doğa ve insan ilişkisi üzerine kurulan kasidelerinde şair, insanı tüm evrenin merkezi olarak ele alan felsefi anlayışa göre betimler. Bu yaklaşım, tasavvufun temelini oluşturan “kâinat ve insan ilişkisi” muammasından kaynaklandığı aşikârdır.

Nevai, felekte görünen gök kuşağı çadırı anımsatır, gökyüzü ise bulutlardan kendine yorgan yapmaya başladı diye kış mevsimi tasvirine başlar. “Day” (Kış) diye adlandırılan son fasılda kışın dondurucu soğuklarını anlatırken iğne deliği kadar küçük yerden giren soğuk rüzgâr insanoğlunun ölümüne neden olacak kadar şiddetli olduğunu vurgular. Şair kışın soğuğundan korunmak için nar gibi kapısı ve penceresi olmayan bir sığınak araması gerektiğini söyler. Narın taneleri ateş koru, suyu teni ısıtan şarap gibi olsun ister. Sonra Hüseyin Baykara’nın düzenlediği meclisleri yâd eder. Şair, “şah-ı devran” vasfı ile kışın dondurucu soğuklarını unutur. Zira kış bilgelik faslı, ihtiyarlık dönemi olarak da algılanır. Bir açıdan “ömrün sonu” kavramını da çağrıştırır. Şair: “Yüzünü görmem, kokunu duymam ümidinde Fanî dergâhına yüzünü koyar, bu ibadet ehlinin mihrap önüne baş koyması gibidir. Eğer şahlık dergâhına ulaşmaya müyesser olsam o mübarek dergâhın her yönden yararlı olan toprağını gözüme sürme olarak kullanırdım” diye ömrün geçici olduğuna ve “şah-ı devran”ın kapısına ulaşmak bile bir ümit olduğuna işaret etmektedir.

Belirttiğimiz gibi şair bu kasidelerinde minyatür ve musiki sanatına özgü yaklaşım ve yöntemlerden ustaca yararlanmıştır. Şair yaz mevsimini sarı, ateş kırmızısı renkleriyle, sonbaharı sarı, gri ve kahverengi ile baharı yeşil ve elvan renklerle, kışı beyaz ve gri renklerle çizilen bir tablo gibi sunar. Ancak şair kasidelerin içeriğini görsellik dışında derin musikiyle de zenginleştiriyor. Musiki her mevsim için seçilen vezinden kaynaklanmıştır. Yaz tasvirinde daha hafif ve şuh, sonbahar’da hüzünlü, bahar mevsiminde canlı, hareketli, kış tasvirinde ağır ve düşündürücü ahenk oluşumunu sağlayan vezinlerin seçimiyle şiirin musiki yönünü kuvvetlendirmiştir.

Sonuç

“Fusulü Erbaa”, dünyanın tesadüf eseri olmadığını, sıradan bir düzenle oluşmadığını, aksine mükemmel bir bütün organizma olduğunu vurgulayan, şairin insan ve evrenle ilgili tasavvufi görüşlerini ortaya koyan bir eserdir. Şair Hüseyin Baykara timsalinde “insan-ı kâmil”i betimler. Eserde, şair insanı tüm evrenin merkezi, çekirdeği, âlemin özü “zübde-i âlem” olarak ele almıştır. Şairin bu yaklaşımı, İslâm tasavvufunun temelini oluşturan kâinat ve insan ilişkisine dayalı felsefesinden kaynaklanmaktadır.

KAYNAKÇA:

Akengin, Gültekin. Sanat Dalları Arasında Etkileşim Ve Dil. Karadeniz Araştırmaları, 2012, Sayı: 33.139146.

Ali Şir Nevai. Divan-ı Fanî. Mükemmel Eserler Toplamı, 20 Ciltlik, 20. Cilt. Taşkent: Fen Neşriyatı, 2003. S. 288-320.

Erkinov, Aftandıl. Nevai Peyzaj Ustası. Taşkent: Fen Neşriyatı, 1988.

Ganiyeva, Suyime. Ali Şir Nevai. Taşkent: Fen Neşriyatı, 1968.

Hasanov, Saidbek. Nevaining Yetti Tühfesi. Taşkent: Gafur Gulam Neşriyatı, 1991.

İslamoğlu, Abdulmecit. Sultan Memdûh’un Mahzenü’lesrâr’ından Hareketle Şiirleri Ve Şairliği Üzerine Değerlendirmeler. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, Sayı:32.

Kuranov, S. Yusupova, D. Nevaining Farsi Kasidelerde Bedii Sintez Muamması. www.quronov.uz. Erişim: 23.05.2014. Saat: 18.00

Uzundemir, Özlem. Resim ve Edebiyat İlişkisinde Kadın İmgesi: Percy Bysshe Shelley’nin Şiirinde Medusa, Nazım Hikmet’te Jokond. Bilig Dergisi, 2009, Sayı 51: 231-244.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder