9.04.2020

İzmir'i Solumak



İZMİR'İ SOLUMAK

Bu mevsimde İzmir’de olmak vardı.
İçine çekmek vardı denizin yosun kokulu rüzgarını.
Bu mevsimi İzmir’deyken mi farkettim, yoksa İzmir’i sevince, onun ruhuna aşina olunca mı mevsimi farkettim...
Bilemem, ama bildiğim tek şey İzmir’e ilkbaharda mor, kırmızı ve pembe begonvillerin açtığı zaman aşık olmuştum.
Hem de Kordon’da...
Onu uzaktan sevdim.
Hani olur ya...
Bir bakışta aşık olursun, şiirler yazıverirsin ardarda, onu gördüğün an aylar, yıllar birdenbire değerini kaybediverir ya...
O andan itibaren şarkılarla yatıp türkülerle kalkacak kadar büyülenirsin ya...
Ben de ilk gördüğüm akşam sevdim onu.
Gün batımının en güzel görünen bir tepesinden bakarken...
Vay be! dedim.
Bu manzarayı gören insanlar ölmemeli dedim.
Ölmüyor olsa gerek dedim.
Ölünmez zaten, dedim.
Dedim de dedim.
Neler demedim ki...
Aklım durmuştu adeta, baştan ayak göze gönüle dönüşmüştüm, seyrediyordum ve mutlu oluyordum.
Mutluluk budur işte! diyordum.
Hayatımda belki de ilk defa bu kadar mutlu oluyordum.
Vay be! diyordum.
Belki de bu benim değil göze, gönüle dönüşen özün sesiydi.
Vay be!  dedirtiyor insanı gerçekten.
Demedi demeyin...
Kordon İzmir’in en uğrak yeri.
İzmirliler ve buraya gelenler öve-öve bitiremezler, adeta.
İzmir’in kalbinin attığı yer derler mesela.
“Denizle karanın buluştuğu yer” tabiri biraz sıradan kalabilir, “körfezin inci kolyesi” biraz abartıya kaçabilir ama  bu tür yakıştırmaları da çok kullanılır mesela...
Güneş batımını izlemek isteyen Kordon’a akın eder, bu da kutsal ayin gibi bir gelenek İzmirliler için.
Benim de bu ayinlere katılmışlığım var, hem de seve seve, hatta taparcasına...

***

Ama durun, bekleyin, öyle şak diye gelinmez Kordon’a.
“İzmir’e hoş geldin, hadi Kordon’a!” denmez burada.
Kordon’u yaşamak, onun havasını doyasıya içe çekmek biraz emek ister, heyecan ister. 
Önce şöyle bir gezmek, görmek (görgü edinmek diye okuyun bunu) lazım civarı.
Ben sizi Bornova’ya götüreyim.
Ne de olsa birkaç yıl Bornova’da yaşamışlığım (özlemişliğim diye okuyun bunu) var.

***

Akşam hep bir maraton başlardı Bornova’da.
Mesai bitimiyle başlayan maratonun parkür güzergahları marketler, dolmuş, otobüs ve metro istasyonlarıyla sınırlı kalmazdı.
Bornovalılar genelde “akşam sâkin bir yerde kahve içelim” diye sokağa çıkarlar ve en kalabalık yerlere doğru giderler.
“Sâkin dediğin kimsesiz olmaz mı?”, diye düşünebilirsin, ama bunu gel de bir İzmirliye anlat mesela...
Küçük Park diye bir sokak var Bornova’da.
Ben Küçük Park diyorum ama siz ister Minyatür Âraf deyin, ister Kerbela izdihamı.
Tamamı “sakin bir yer”, “yüz-yüze oturup şöyle bir sohbet kurma” arzusuyla yığılan kişilerin oluşturduğu kalabalık sokağın adıdır Küçük Park.
Deyim yerindeyse, burada iğne atsan yere düşmez.
Biraz abartı ama sıradan bir deyimle de anlatamazsın ki bu mekanı.
Bir tarafında İngliz mezarlığı, Musevi mezarlığı ve az ötesinde Ölüler Parkının bulunduğu tuhaf bir mekan.
Sessizlik ve gürültünün, sukünet ve şamatanın, teslimiyet ve isyanın sergilendiği esrarengiz bir sahnedir bu Küçük Park dedikleri.
“Nereye gidelim?” ya da “Nerede buluşalım?” sorularının değişmez cevabı niteliğndeki mustesna mevki.
Nargile, yemek ve kahve kokularının karışımından ortaya çıkan acımtırak bir kokuyu aldığın veya çeşitli seslerin karışımından peydah senfoniyi duyduğun yerden başlar bu sokak.
Bornovalılar, bu mekanda ne buldularsa, çok severler.
Eee haklılar da.
Paradoksları sevmek zaten İzmirlilere özgü.
Mezarlığı, camisi, lokantası, gece kulübü, eğlence mekanı, tiyatrosu, sineması, evi, kreşi, okulu hepsi iç içe ama bir uyum, farklı bir intizam içinde.     
Bu kalabalıklar içinde kendi benliğini, bu şamata içinde öz sesini ve sukünetini arar durur Bornovalılar...
Ben bu parka yakın evlerde oturdum Bornova’da kaldığım yıllar.
Ama ben orada huzur bulamazdım. Çünkü aşıktım...
Sarıya, maviye, yeşile, mora, kırmızıya, beyaza aşıktım...
O yüzden hep lacivert denizle karanın buluştuğu “Merec el-Aşıkiyn”e - Kordon’a giderdim.
Alsancak’ın Hocazade Camii durağında otobüsten iner ve dar sokaklarla denize doğru akar giderdim.
Yaklaşınca Kordon klasiği yaşanır...

***

- Al abee sana gül vireyim e tazecik tazecik.
- Baksana ne güzel çiftler var, onlara sat gülünü.
- Eee ööle demeeye abee, anana al, gacına al tazecik
- Anam uzakta, babam alır ona.
- Baban da almaz o da senin gibi cimridir abee. 
- Ayıp değilmi, nedir bu sitem?
- Eee muuustaak sana be boyundan posundan utan Bredpit gibisin, yakışıklısın bee moruk...
- Aaa... Çingeneye bak...
- Babandır cıngane, şopar, anandır o, biz rumanız, ruman!

Kızmak yok bu hudutta, kızmıyorsunuz, kızamazsınız.
Halk diliyle çingene, kendilerince “rumen”ler Kordon’un vazgeçilmezlerinden.
Denizdeki martılar gibidir sahilde çiçek satan roman kızlar. 
Bazen sahilde roman erkekler de sigara, çakmak isteme bahanesiyle yaklaşarak lafa tutabilirler.
 
- Abee bi kadın var dünyalar güzeli. Aşık oldum ben ona yaa. Kadın bildiğin Türkan Şoray. Görsen Sibel Can’ı can demezsin.
- Eee?
- Eeesi mi var abee, insaf be abee, yak bi cigara beyaaa, adam dedik derdimizi söyledik abee, aşık oldum diyorum beyaa.
- Ne güzel!
- Türkan Şoray diyorum, Sibel Can diyorum sana, taşa demiyoruz ya, suya demiyoruz ya bak, bak şuna...
- Bu mu Türkan Şoray dediğin, Sibel Can’ı görmemiş olsam...
- Sen ne anlarsın güzellikten be abee... Ondan mıstar mıstar oturuyorsun denizden ne çıkar diye. Bak abee benden söylemesi, rumenim ama dürüstüm. Bir biş (yirmi)saya (para) vir de sana bir sır vireyim.
- Al beş lira.
- Adiyaa, bööle cimri olursan mincarsız (kadınsız) ölürsün. Bak abe denize bakıp oturma oracıktan bir ..k çıkmaz, ancak deniz anası çıkar, o da ağzına ...r.
- Aaa...

Yine de kızmak yok.
Kızamazsın onlara.
Dedim ya martılara bak, onlarsız deniz ne garip olurdu, ne kadar sessiz ve renksiz...  

***

Bir de fal bakıcı teyzeler var.
Kordon’un sakinleridir onlar.
Lokantanın denize bakan tarafından yer seçtiyseniz ikide bir yüz yüze gelirsiniz.
Ama kızmak yok, sâkince, kibarca bakarak istemediğinizi bildirmeniz yeterli.
Onlar rızkının peşinden gider, yine yolunda devam eder, yanınızdan uzaklaşırlar.
Sakın unutmayasınız ki kovduğunuz ya da istemediğiniz için değil, istemedikleri için, öpözgür oldukları için; korktuklarından veya çaresizliklerinden değil.

***

İzmirliler sahilde çiğdem çitlemeyi severler. 
Ben de çekirdek çitlemeye orada alıştım.
İzmirliler çekirdeğe çiğdem derler.
İzmir’in ismi gibi bir tabirdir bu. 
Ve ardından hemen eklenen açıklama da var: “çiğdem yenmez, çitlenir”.

- İnsanlar Mars'a koloni kuruyorlarmış, duydun mu?
- Boş vee bizimoolan bunnarı, biz çekideğe çiğdem deriz, simide gevrek. 

Doğrudur, simide gevrek derler.
Bu da soyadıdır adeta.
Gevrekle simid benzer ama malzemeleri farklıdır biraz. 
Ben boyozunu çok severim İzmir’in.
Yaprak yaprak hamuru gül gül açılmaya hazır bekleyen gonca misalidir boyoz.
İzmir’in vazgeçilmezlerindendir.
Kimilerine göre İzmir böreğidir.
İstanbul veya diğer şehirlerde yaşayan İzmirli yakınınız varsa “Ne getireyim?” demenize gerek yok.
Ona “Gece Boyozcusu”ndan dört tane boyoz götürün gözündeki mutluluğu görürsünüz.
Ben yaşadım aynısını ve sonra boyozu sevdim.
O zamana kadar boyoz benim için kağıda benzer bir hamur yumağıydı.
Vikipedide “Boyoz 1492'de Türkiye'ye yerleşen Sefaradlar tarafından Anadolu ve özellikle İzmir mutfağına katılmış, İzmir damak tadı ile özdeşleşmiş, mayasız bir hamur işidir. Boyoz, İspanyolca yazılışıyla bollos, “küçük somun” anlamına gelen bollo sözcüğünün çoğuludur. İspanyolca iki L harfi Y sesiyle okunur. Birçok mutfakta çörek, börek benzeri unlu mamüllerin Sefarad kültürüne özgü bir uygulamasıdır.”  diye açıklanır.
Pazarda “çuçka” sözcüğünü duyarsanız şaşırmayın “turşuluk biber”e derler.
“Şişarka” da kırmızı biberdir.
İzmir ağzı Ege bölgesi şivesinin genel özelliklerini barındırıyor. Malum örnek özetler durumu: “Gaagı vaa gaagıcık vaa, gaagıdan gaagıyı faak vaa, atçı gagısı dıınak gibi, isbeyli gaagısı baamak gibi.” Böyle narindir İzmirce. “İşte napçaz, netçez derkene aaşam oliverir gzz.”

***

Asıl manzara işte burada başlar...
Sahilin tamamına uzanan banklardan bir yer seçin.
Fotoğraf makinenizi gün batımı programına ayarlayın ve bekleyin, birazdan renklerin dansı, gerçek şölen başlar.
Her şeyi unutun artık, gözünüz deniz ve güneşte olsun.
Birazdan renklerin cümbüşü yaşanır gökyüzünde.
Mavilere karşı isyankar Sarının haddini bildirmek için Şarap Kırmızısı harekete geçer âdeta.
Gökyüzü dediğin Mavi olmalı der, Sarı Ateşin oğludur, sahralara yakışır diye söylenir durur.
Morlar yok mu, cazgır, fitneci.
Hemen Grileri yanına alır ittifak içinde usul usul yaklaşır Sarıya.
Onların derdi Sarıya haddini hatırlatmak değildir, batırmaktır ancak.
Erguvan, Eflatun, Turuncular sessiz sedasız seyirci...
Kraliyet Mavisi yaşlımı yaşlı, gün batımıyla gün doğumunun farkına varamaz bazen.
O da meselenin mahiyetinden bihaber ehli fettana eşlik eder.
Sarı gitgide küçücük ateşten topa dönüşür.
Batmak istemez bir türlü.
Ayrılmak istemez Mavinin sonsuz saltanatından.
İşin nereye varacağını kestiren Şarap Kırmızısı kucağına alır zavallıyı.
Denizden beşik yapar oraya yatırır.
Vapurlar düdük çalar, martılar ninni söyler.
Güneş uykuya dalar denizde.
Güneşi denize batmaz İzmir'in.
Denizde uyur, dinlenir ancak... 
Bu mevsimde İzmir’de olmak vardı.
İçine çekmek vardı denizin yosun kokulu rüzgarını.
Marufcan Yoldaşev













6 yorum:

  1. Hocam sizin İzmir aşkını Attila İlhan'ın İstanbul sevdasına benzettim. Çok güzel ve keyifliydi. Su gibiydi yazınız. Bansa sorarsanız İzmir de sizi unutmamış, bir gün gelmenizi bekliyor. Kısa zamanda buluşmamızı diliyorum. Ha bir de İzmir'e gelirseniz Marmaris'ten bir haber uçuracak kuşlar hadi Marmaris de sizi bekliyor diye...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim, inşallah nasip olur...

      Sil
  2. Kaleminize sağlık, İzmir film şeridi gibi aktı zihnimizden...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, nereye gidersek gidelim, içimizdedir İzmir.

      Sil
  3. İzmir'i yeniden yaşadım gibi... İzmir'i yeniden soludum gibi... Yeniden... Gibi...

    YanıtlaSil